Korku, neşe ve hüzün dolu uzun bir hikâye

“Korku mantıktan daha kuvvetlidir.”
- Yunan Atasözü

"Korku kimi zaman ayaklarımıza kanat takar, kimi zaman da ayaklarımızı yere çiviler."
- Montaigne

Mahir Ünsal Eriş, son kitabı “Dünya Bu Kadar”dan iki yıl sonra okurları yeni bir kitapla selâmladı: Öbürküler.

Bu kitap her ne kadar roman kategorisinde gösterilse de, Öbürküler'in uzun bir hikâye olduğunu düşünüyorum ben; eminim birçok okur da böyle düşünecektir. Karakarga Yayınları etiketiyle yayımlanan kitap, 136 sayfadan oluşuyor. Fakat içinde ara ara illüstrasyonlarla da karşılaştığımız kitap, “Bu Yarısı” ve “Öbür Yarısı” adlı iki ana bölümden ve bu bölümlerin içindeki ikişer yan bölümden oluşuyor. 1960 darbesinden birkaç yıl sonrasını konu edinen hikâyede aynı olayları iki farklı yönden bize gösteren yazar, okunması kolay, merak unsurunu canlı tutan, sürükleyici bir dil ve anlatımla kitabını sona erdiriyor.

Kitabın asıl kahramanları Fevziye Hanım ve Fahrettin Bey. Üç çocuğuyla birlikte, eski arkadaşı ve milletvekili olan Esat Mümtaz Bey’in zoraki şekilde ikna etmesiyle Niğde’deki Sümerbank müdürlüğünü bırakıp İstanbul Beşiktaş’taki yeni görevine gitmek için yola çıkan Fahrettin Bey’e ve Fevziye Hanım’a ilkin bir otobüste rastlıyoruz. Önce Ankara’ya, oradan da ekspres tren ile Haydarpaşa’ya giderken Fahrettin Bey’in ne ile karşılaşacağının bilinmediği bir tedirginlik ile başlıyor hikâye. Bir nevi taşradan İstanbul’a göç diyebiliriz bu duruma. Yapacağı iş belli olduğu hâlde yeni bir ortam, yeni bir şehir, yeni tedirginlikler getiriyor Fahrettin Bey’e ve bu çekirdek aileye. Özellikle bir işte çalışmayan Fevziye Hanım açısından bu tedirginlikler ve ikilemler hat safhaya ulaşıyor: “Fevziye korktu. ‘Ne işlere kalkıştık ya Rabbim,’ diye geçirdi aklından. Artistlerin, mecmualarda gördüğü siyah-beyazdan renklendirilmiş ışıltılı yüzlerin, seslerini radyodan, simalarına gazetelerden aşina olduğu şarkıcıların sokaklarında dolaştığını bildiği bu şehirde olmak elbette acayip, hatta doğrusu cazip geliyordu. Ama bunun için azıcık aşım Kaygusuz başım yaşayıp gittikleri dünyadan, kurulu ev düzenlerinden, konudan komşudan, büyüdüğü sokaklardan, çarşıdan pazardan vazgeçmeye değer miydi? … Acaba komşuluk da var mıdır buralarda? Kapısını çalıp bir fincan kahve, iki kaşık pirinç unu isteyecek insan, ‘Ben pazara kadar iniyorum, senin kız benim bebelerin başında duruversin bir iki saat,’ denecek bir abla bulunur muydu? … Ne biçim olacak, kim bilir. Vazgeçmek de kabil değil artık. … Kökünden sökülmüş bir ağaca benzetti halini kendi kendine. Toprağından kopmanın mahzun serinliğini duydu o gece, yer döşeğinde.

Öbürküler, Türk Edebiyatı’nda Ömer Seyfettin’in "Perili Köşk"ünü, biraz da Bahaeddin Özkişi’nin "Sokakta"sını (özellikle ev ve mahalle sembolleri açısından) andıran bir hikâye. Kişilerin fiziksel ve psikolojik tasvirleri, konuşma şekilleri, kullanılan kelimeler yerine göre korku ve tedirginlik verecek şekilde işlenmiş Eriş tarafından. Özellikle kitabın ilk kısmındaki yan karakterlerin bu açıdan işlenişi oldukça başarılı.

Hikâye, Fahrettin Bey ve ailesinin onlar için ayrılan köşke yerleşmeleri ve garip garip olayların olmasıyla devam ediyor. Bir cumhuriyet insanı olan Fahrettin Bey ile daha çok geleneği temsil eden eşi Fevziye Hanım, bu olaylarda, kendilerinden beklenen tepkileri veriyorlar diyebiliriz. Özellikle Fahrettin Bey bu olayların cinlere, perilere bağlanmasına hurafe deyip geçerken eşinin korkmasını da göz ardı ediyor. Fakat sonunda o da hem içinde yaşadığı sosyal hayatı hem büyük kentteki insan ilişkilerini sorgulamaya başlıyor: “Öte taraftan mağazada da işler hiç umduğu gibi seyretmiyordu. Bir kere çok kalabalıktı ve çalışanların hepsi kendisinden eski oldukları için, Fahrettin’in müdür muavinliğini kimsenin dikkate aldığı yoktu. Müdür de pek hoşlanmamıştı kendisinden. Birkaç hatırlı tanıdığın birbirine ricasıyla tayin edildiğinden, müdür bu emrivaki işi şahsına rağmen gerçekleşmiş görüyor, Fahrettin’i her fırsatta, mesai arkadaşlarının yanında ezmeyi, kinaye yoluyla laf dokundurmayı marifet sayıyordu. Üstelik selam sabah vermekten gayrı kimsenin Fahrettin’le ahbaplık ettiği yoktu. İstanbul, Niğde gibi değildi. Burada herkes kendi âlemindeydi. Niğde mağazasında çalışanların hepsi ya konu komşuydu, ya mahalleden ya okuldan arkadaşıydı. Burada el olup kalmıştı. Fahrettin’in de hevesi sönmüştü İstanbul’dan yana.

Hikâyenin sürprizini kaçırmamak için ikinci bölüme daha yüzeysel değinmek gerekir diye düşünüyorum. İkinci bölüm, Fahrettin Bey ve ailesinin Arnavutköy’de oturacağı köşkün hikâyesinden başlıyor ve 6-7 Eylül olaylarına kadar gidiyor. Derinlemesine olmasa da, Rum bir doktora ait olan köşk üzerinden bir eleştiri de getiriyor Eriş burada. Köşkün hikâyesinden sonra Fahrettin Bey ve ailesinin köşke gelmesinin kesinleşmesiyle oluşan sürece değiniyor yazar bu bölümdeki Beter Ali ve Kasım Bey üzerinden. İlk bölümde gerçekleşen garip olayların çözümlemesini bu bölümde gerçekleştiriyor ve mantıksız bir nokta bırakmamaya çalışıyor. Bu bölümün baş kahramanı Beter Ali. İlk bölümde Fahrettin Bey’e köşkün anahtarını verirken karşımıza çıkıyor ve ikinci bölümde ise hikâye onun üzerinden gidiyor. Olayların çözümlenmesini Beter Ali karakteri üzerinden gerçekleştirmiş yazar. Bu bölümde mizahî unsurlarla da karşılaşıyoruz. Özellikle peri gibi şeylerle açıklanmaya çalışılan ilk bölümdeki olayların ardındaki gerçeği öğrenmek okurun yüzünde bir tebessüm bırakacaktır.

Kitapla ilgili birkaç eleştiri de yazıp yazıyı sonlandıralım:

Kitabın başında bütün bu olayların olmasına vesile olan, Fahrettin Bey’i bin bir ikna ile kurulu düzeninden koparıp İstanbul’a getiren Esat Mümtaz Bey’e bir daha hiç değinilmemesi bir eksiklik bırakıyor hikâyede. Fahrettin Bey, köşkte olan o kadar garip olayı hiç mi anlatmadı dostu Esat Mümtaz Bey’e? Veya İstanbul’dan gitme kararını verirken hiç mi söylemedi? İstanbul’da kaldıkları süreç içerisinde hiç mi konuşmadılar? Bu gibi soruların oluşmaması için arada da olsa Esat Mümtaz Bey hikâyeye dâhil olsaydı, kitabın bu eksikliği büyük oranda giderilirdi.

İkinci eleştirim ise, kitabın ikinci bölümündeki olayların çözüm kısmında bir olayın açıklanmamış olması. Bir sabah işe gitmek için evden çıkan Fahrettin Bey ve onu yolcu eden eşi Fevziye Hanım merdivenlerin üzerinde parçalanmış hayvan cesedi görüyor ve ürküyorlar. Her olayın mantıklı bir sebebinin olduğunu, kitabın ikinci bölümünde bize gösteren yazar, burasını niçin es geçmiş anlayamadım? Yoksa o köşk, perili olabilir mi demek istiyor?

Bu iki eleştiriyi göz ardı edersek, Mahir Ünsal Eriş çok güzel bir hikâyeyle karşımıza çıkıyor. İlginç bir konuyu iki farklı pencereden anlatarak fantastik bir hikâye olmaktan çıkarmış ve ucunu açık kalmayacak şekilde sonuçlandırmış. Kitabın üçüncü tekil kişi bakış açısı ile yazılmış olması ise bu hikâyeye daha geniş açıdan bakmamızı sağlayan önemli unsurlardan.

İllüstrasyonlu kitaplara her zaman ön yargıyla yaklaşsam da bu kitap özelinde sevdiğimi söyleyebilirim. M. K. Perker’in çizgileri oldukça iyi. Kararında, düzgün bir renklendirme ve çizgiyle oluşturulan illüstrasyonlar kitaba ilgi çekicilik katmış. Hatta kitabın seviyesini bir seviye yukarı çekmiş de demek mümkün.

Mahir Ünsal Eriş, bu ülkenin insanlarını, endişelerini, acılarını, sevinçlerini, kısaca bu ülkeyi en iyi gözlemleyen ve anlatan yazarlardan biri. Değişik bir konu seçerek de bunu başarabilmiş olması takdir edilecek bir durum.

Mehmet Âkif Öztürk
twitter.com/OzturkMakif10

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder