Efsaneden gerçeğe Osmanlı tarihinin kritik meseleleri

"Karındaşım Hızır ile ‘ilm-i ledünnîde Kostantiniyye’nin fethin istihrâc kılmışdık, kal’a feth olunduğu gün karındaşım Hızır ‘abâ-pûş velîler ile ‘askerin önünce hisâra girdiler, kal’a feth olunduktan sonra Hızır karındaşımı gördüm, kal’a divârı üzerinde oturmuş, ayaklarını salmışdı."
- Menâkib-i Akşemseddîn

Türklerde tarih, 'yazıcılık'tan ziyade 'anlatıcılık'la süregelmiş olduğundan; efsane, destan, rivayet, hikâye, masal üzerine oldukça ciddi bir birikim mevcut. Bunların yazılı alana geçmesiyle birlikte ciddi bir kaynak problemi de yaşanmaya başlamış. Anlatılanların ve yazılanların ne kadar doğru olduğu hâlâ tam manasıyla açıklığa kavuşmuş değilmiş. Bu kadar ciddi bir sorun ortadayken, tarih biliminin popüler kültüre malzeme üreten bir hizmetçi konumuna indirgenmesi de geri dönüşü olmayan çıkmazlara sokuyor okuyucuyu. İlkokul öğrencisi nasıl efsanelerle büyüyorsa, üniversite öğrencisi de kaynak tespiti yapmadan yıllardır anlatılanları farklı yorumlayarak bir şey elde etme çabası güdüyor.

İşte bu tip durumlarda hakiki bir tarih yazıcısının devreye girmesi gerekiyor. Ülkemizde bu sorumluluğu yüklenmiş ve tüm dünyada kabul görmüş tek isim ise hiç şüphesiz merhum Halil İnalcık hoca. Kronik Kitap tarafından yeniden neşredilen (ilk baskısı NTV Yayınları tarafından 2015'de yapılmıştı) ve böylece önemli bir açığı gideren Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, İnalcık hocanın son araştırmalarını bir araya getiriyor. İlk baskının tükenmesiyle tarih okuyucularının ve araştırmacıların sürekli arar hâle geldiği kitap 272 sayfadan oluşuyor ve kuruluştan Türk Tarih Tezi yıllarına kadar birçok özel konuya temas ediyor.

Merhum İnalcık'ın kuruluş yıllarına dikkati malum. Hoca elbette bir şeyleri işaret ediyordu ve bu genç tarihçilerin, araştırmacıların da dikkatini çekiyordu. Ancak gelin görün ki dikkate değer meselelere eğilen tarihçilerimizin sayısı hâlâ bir elin parmağını geçmiyor. Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler'de hocanın yazdığı makalelerde yoğunlaştığı şahıslar tarihimizde ne çok efsane vakanın ve gerçek mevzunun yer alabileceğinin göstergesi: Çaka Bey, Ertuğrul GâzîOsman Gâzî, Orhan Gâzî, Ahmedî, Çelebi Mehmed, Sultan II. Osman, Kösem Sultan, Sultan I. İbrahim... Bu isimlerin yanında diğer meseleler ve kronolojik gelişmeler ise şöyle: Türkmenler, Rumlar, İzmir'in fethi, mitolojiden gerçeğe kuruluş dönemi, İznik kuşatması, Sakarya seferleri, kuruluş dönemi Müslümanlık - Hristiyanlık tartışmaları, Kosova Savaşı, iktidar yolunun geçtiği Bolu dağları, İstanbul kuşatmasındaki kritik üç gün (20-21-22 Nisan 1453), İstanbul'un fethi ve deniz mücadeleleri, Boğazlar'ın 800 yıllık tarihi, iç savaş dönemi (1623-1632), Avrupa'da Protestanlığın yayılışı, Türk Tarih Tezi... Burada hocanın önsözde belirttiği bir meseleyi, kitabın önemine binaen sunmak gerekiyor: "Çeşitli konuları ele alan bu araştırmalarımın bir kitap halinde özgün fotoğraflarla bir arada basılması dolayısıyla kitaptaki fotoğraflar, araştırmalara özgünlük kazandıran değerli kanıtlar sunmaktadır. Bir örnek olarak, Osman Gâzi tarafından Sakarya seferinde ziyaret edilen Beştaş Zaviyesine ait beş antik taşı tespit eden fotoğraf, tarih literatürü için ciddi bir katkıdır."

Türkmenler ve Rumlar başlıklı makale her ne kadar kısa gibi görünse de Türk tarihçilerinin bazı hazırlıksız yaklaşımlarını ortaya seriyor. Burada İnalcık, Rum nüfusunun Osmanlı idaresinde yüzyıllarca varlığını korumasını bir olgu olarak nitelendiriyor. Bilhassa İslâmlaşma konusunda hocanın önemli yorumları var: "İslâmlaşma, gerçek bir kültürleşme, Türk toplumu ile kültürce özdeşleşme sonucunu vermekteydi. Rumeli’de Müslüman olma, Türk olma anlamına geliyordu. Gâzîlerin, Hristiyan kadınlarla evlenmek için büyük arzu duyduklarına dair birçok kayıt var. İslâm dini bunu bir hayır saymıştır. Esir Hristiyan kadınlardan doğan çocuklar hür sayılır. İznik fethinde Orhan, gâzîleri dul Rum kadınlarla evlenmeye teşvik etmiştir. Tarihçi, Gregoras, Orhan’ın İznik fethinden bir nesil sonra İznik bölgesinden geçerken nüfusun Rumlardan, mixovarvaroi ve Türklerden ibaret olduğu gözlemini yapmıştı.13 Rum analardan doğan çocuklar mixovarvaroi, Selçuklu yüksek sınıfında ve orduda önemli bir rol oynuyordu.14 Bizans kaynakları, özellikle fethin ilk zamanlarında Türk nüfusunun azınlıkta olduğu dönemde bu gibi evlenmelere geniş ölçüde rastlandığını belirtir. Toplumun her düzeyinde tespit olunan bu evlenmeler, Vyronis’e göre Rumların Müslüman toplumu ile kaynaşmasında “çok önemli” bir rol oynamıştır. Rum eşlerin ve onlardan doğmuş çocukların Türk halk kültürünün oluşmasındaki rolü küçümsenemez. Danişmendnâme, Saltuknâme ve Tevârih-i Âl-i Osman’da Bizans halk hikâyelerine, Yunan mitolojisine ait metinleri bu evlenmeler açıklar. Gayrimüslimler, şehrin pazar kesiminde Müslümanlarla eşitlik içinde faaliyette bulunmakta, klasik dönemde loncalarda onlarla birlikte oturup çalışmakta, eğlenmekteydiler. İstanbul ve Anadolu’da Rum nüfusunun Osmanlı idaresinde yüzyıllarca varlığını koruması bir olgudur." [sf. 19]

İnalcık'ın tespitlerinden, Çaka Bey'in ve öteki Türk beylerinin Ege ve Marmara Denizi bölgelerinde faaliyette olmasını Bizans tarihçisi Vasiliev Bizans için kritik bir dönüm noktası sayar: "Çaka, o zaman en önemli rolü oynamıştır. Çaka’nın Batı Anadolu’yu alarak Bizans’ın geçim ambarını ele geçirmesini ve Konstantinopolis tehdidini tarihçiler Bizans için ciddi bir tehlike sayar.". Bizanstinist Uspenski'ye göre de İmparator Alexios Komnenos’un durumu Bizans İmparatorluğu’nun son yıllarındaki durumunun yanında şehrin Osmanlı Türkleri tarafından kuşatılması durumu ile ancak açıklanabilir.

Son Araştırmalarla Ertuğrul Gâzî'nin Gerçek Hikâyesi'nde İnalcık önce Ruhî Tarihi'ndeki Ertuğrul'u okuyucuya tanıtıyor. Daha sonraysa düzeltmeler yapıyor ve araştırılması gereken noktaları belirliyor. Bu noktalarından ilkinden sonuna kadar hocanın coğrafyayı ve coğrafî araştırmaları ne kadar önemsediği ortaya çıkıyor. Çok önemli bir tespit: "Ertuğrul, daha doğrusu onun ataları, aşîretleriyle Sürmeli-Çukur (Aras nehri vadisi) veya “Ermeniyye” taraflarında dolaşıyor, Azerbaycan’a olan Moğol akınları sonucu Anadolu içlerine göç etmek zorunda kalıyorlar." [sf. 33]

Mitolojiden Gerçeğe Osmanlı'nın Kuruluşu makalesi, bize 'tarihi bir efsane'nin nasıl doğduğunu ve nasıl da millî mitolojinin bir parçası hâline getirildiğini anlatıyor. Hocanın devam eden makalelerinde seferlerden din tartışmalarına, çağdaş kaynakların nasıl ele alınması gerektiğinden coğrafi yolların tespitine kadar birçok hassas konu, bu ciddiyetle ele alınıyor: efsaneden gerçeğe acil geçiş... Burada çağdaş kaynak demişken Ahmedî'nin özel bir şair olduğunu da vurgulamak gerekir. Süleymanşâh’ın ölümünden (1388) sonra boşta kalıp bir velinimet aramaya koyulurken şu dizeleri tarihimize armağan etmiştir:

"Uc’dan Uc’a araduk bu ‘âlemi 
Bulamadık ehl-i kerem bir âdemi 
Kimi kerem-ehli kimi ölmiş durur
Kimi yoklukdan nihan olmuş durur."

Ahmedî'nin I. Kosova Savaşı'na dair yazdıkları karşısında Neşrî "Savaşı tüm ayrıntılarıyla anlatmaktadır" demiştir. İnalcık'ın yorumu ise şöyledir: "Savaş Ahmedî gibi bir göz tanığı tarafından tarafsızlıkla anlatılmıştır. Burada uzun metni aynen vermiyoruz. Ancak şu ayrıntı savaşın sonucunu belirtmek bakımından önemlidir: Osmanlı ordusunun sol kolu bozulmuştu. Düşman “heman soldağı tîrendâzların üzerine hücum idip onları döndürüp göğüse uğradı, safları yara yara geçip arddağı Pazar halkını kıra kıra bırakdılar, leşkerin ardı mîşe idi, küştelerle doldu, amma bol yağ ve pirinç yeri gani kıldı, katırlar ve atlar ve yükler birbirine dolaşıp sedd oldu, kaçamadılar, kırıldılar, şehîd oldular. Kâfirler dahi sol kolu tamâm sındırıp dururlardı... Niceler can verdi... Küffârın şevketi ziyâde olup cenge germiyyetleri nihayette oldu. Bayezîd Han sağ kolda kuhmânend ayrılıp vekarla sakindi; gördü ki iş ayrıksı oldu, az kaldı ki leşher-i İslâm münhezim ola, heman bozavuncular çağırmağa başladılar ki: Hay gâzîler ne durursuz kâfir sındı, kaçdı dediler... Heman Bayezîd Han şevketle kâfire Yıldırım gibi yetişib... nâra urub tokundu, filhâl kâfir askerine urdu”. Diğer ordu kolları da karşı saldırıya geçtiler ve düşman kaçmaya başladı." [sf. 97]

İstanbul Kuşatması'ndaki kritik üç günü Halil İnalcık, 'göz tanığı' Tursun Beg'in ve Nicolo Barbaro’nun gözlemleriyle değerlendirirken o dönem düzenlenen meşveret meclislerine dair de tarihimiz için yüksek önemde tespitler aktarır. Fethin en kritik noktalarına temas eden İnalcık'ın üzerinde durduğu konular bir tarih okuyucusu için iştah açıcı ve ilham verici. "Fetih, yalnız Sultan Mehmed’in eseridir" der hoca ve şöyle devam eder: "Baştan aşağı tarih, insanoğlunun bir dramıdır. Tarihin trajik bir noktasında Sultan Mehmed ve Bizans’ın son imparatoru Konstantin müthiş bir dram yaşamışlardır. Bugün tarihçiler, bu dramı anlamak için onların yaşadıklarını öğrenmeye çalışmalıdır." [sf. 122]

II. Osman'ın katlini İnalcık, daha önce okumadığımız kaynakları irdeliyor ve kendi tekniğine göre yorumluyor. Burada hep yaptığı gibi edebiyattan da yararlanıyor. Mesela bir taraftan II. Osman için yazılmış "Bir şâh-i âlîşân iken şâh-i cihâna kıydılar / gayretlü genç arslan iken şâh-i cihâna kıydılar" dizelerini hatırlatırken diğer taraftan katlin akabindeki tepkileri şöyle anlatıyor: "Asıl tepki Anadolu’da kendini gösterdi. Anadolu’da sekban ve sarıcalar, İstanbul’da iktidarı zapteden kapıkullarına karşı ayaklandı. Abaza Mehmed Paşa emrinde isyan bayrağını kaldırdılar. Bu isyanı bastırmak devleti yıllarca uğraştırdı. Abaza Mehmed Paşa Anadolu sekbanlarıyla Erzurum Kalesi’nde İstanbul’un gönderdiği ordulara yıllarca karşı koydu. Bu mücadeleyi bazı tarihçiler (İ. H. Danişmend ve Mustafa Akdağ) Anadolu Türklüğünün, İstanbul’a hâkim devşirme kapıkullarıyla mücadelesi şeklinde yorumlarlar." [sf. 172]

Kösem Sultan'ın iktidarı ele alacak kudrete nasıl ulaştığı ve yönetim stratejileri belgeler eşliğinde işlenirken, Sultan I. İbrahim'in hal'i ve katli, akabinde Kösem Sultan'ın ölümü gibi tarihimizin en çok efsaneye sahip olan sayfalarının gerçekleriyle devam eden kitap, Osmanlılar ve Avrupa'da Protestanlığın Yayılışı ve sonrasında Türk Tarih Tezi başlıklı makaleyle son buluyor. Bu son makale, hocanın 20-24 Eylül 2010 tarihleri arasında Ankara’da toplanan 16. Türk Tarih Kongresi’ndeki açış konuşmasından derlenmiş. Halil İnalcık'ın şu yorumları oldukça dikkat çekici: "Osmanlı Devleti’nde kanunlar hâkimdir. Defter ve örfi kanunlar olmasaydı bu imparatorluk 600 yıl devam edemezdi. İmparatorluğu yürüten etkin bürokrasidir. O zaman Avrupa’da böyle bir defter sisteminin örneği yoktu. Osmanlı İmparatorluğu’nu 600 yıl boyunca bu kadar geniş bir alanda, çeşitli kavimler üzerinde idareci durumuna getiren bu bürokratik sistemdir... Böylece 70 yılımı bu arşivlerde çalışmaya verdim. Bugün dünyada artık Türk tarihçilerin görüşleri izleniyor." [sf. 265]

Osmanlı Tarihinde Efsaneler ve Gerçekler, Halil İnalcık'ın tarih okuyucularına ve tarihçilere bir armağanı olarak değerlendirilebilir. Bu kitabın birçok konuda açtığı yol üzerinde ilerlemek ciddi çalışmalar ve elbette cesaret istiyor. Hocanın dediği gibi Türk tarihçileri kendilerine yakışan ciddiyeti ve samimiyeti göstermek zorunda. Okuyucular ve araştırmacılar da artık bunu bekliyor.

Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder