"Her şeyi bilmektense, kendim olmaya çalıştım."
- Platon, Sokrates'in Savunması
"Mutluluk, aklın bittiği yerde başlar."
- Erasmus, Deliliğe Övgü
Dışarıdan bakıldığında bir düşünce kitabı gibi gözüken, ama sayfalar arasına dalınca çok farklı ufukları içinde barındıran kitaplar elbette okumuşuzdur. Ancak bu kitaplar nadirattandır. Mesela Mehmet Efe'den "Mızraksız İlmihal", Nihat Genç'ten "İslamcı Erol Nasıl Çıldırdı?" böyle kitaplardır. Efe karakterler üzerinden 1980'lerin iklimini anlatır, "roman'tik" bir iklim. Hem siyasi hem de kültür yönünden. Dil liriktir, dingindir fakat sarsıcıdır. Genç ise 2000'ler sonrası İslamcılığını anlatır karakterleriyle. Mütedeyyinlik ve muhafazakârlık arasında savrulan müminleri diline dolar. Gayet yerinde eleştiriler yapar yüksek tondaki sesiyle. Her iki romanda da paradoks vardır. Aykırı düşüncelerin ve çelişkilerin toplumsal anlamdaki vaziyeti az veya çok resmedilir. Hasan Yurtoğlu'nun Weysel Paradoksu adlı romanındaysa bu resim, doğrudan Veysel karakterinin beyninin içinden resmedilir. Veysel her seferinde hayatın ve hayatının bir paradoks sayfasını yırtar. Bu yırtma eylemine bizi de şahit eder. Ben yırtıyorum, yırtarken delirmekle delirmemek arasında sabrediyorum, siz de sabredeceksiniz ve beni dinleyeceksiniz der, bir nevî.
Hani bazı fikirleri dinlediğinizde heyecanlanırsınız, yeni bir projeye başlarken 'yükselir'siniz ya da sabah uyandığında o günün 'tatil'den olduğunu anlayınca sevinirsiniz ya, Weysel Paradoksu böyle bir kitap. İlk cümlesinden itibaren heyecanla okunuyor ve bu heyecan hiç dinmiyor. Yazarın üslubu takdire şayan zira bu tip kurguların anlatımında dalgalanmalar olması doğaldır. Bazen dil yorulur, kelime tembellik yapar, düşünce somutlaşır. Bu da kurguyu yorar, hatırlamayı zorlaştırır, takibi güçleştirir. Yurtoğlu olağanüstü bir beceriyle kurmuş romanını. Felsefesini, siyasetini, güncelini, nostaljisini hiç eksik etmemiş. Elbette müziğini de.
Veysel her şeyden maraz çıkaran bir tip değil. Aksine çok düşünen, yoğun düşünen, ince ve nazik bir karakter. Ancak çevresindeki ikilemler, aksilikler zaman zaman fevrî davranmasına sebep olabiliyor. Duygularını dizginlemek için bazen "kendileriyle savaşanlar" arasına katılıyor, bazen de "dost elinden gel olmazsa varılmaz" diyor. İlk paradoksunu da her çocuklukta olduğu gibi babasıyla yaşıyor.
"- Öseme'den kâğıt geldi, sosyalajis kazandı yazıyor. Hocalarına sor bakalım, yanlış bir durum olmasın.
Hemen izah ettim babama.
"- Sosyoloji o baba! Toplumu inceleyen uzmanlık alanı..."
"- Yahu ne bileyim ben! Ne olunuyormuş oradan çıkınca? Bankacı, maliyeci yaparlar mı seni?
"- Lise öğretmeni olunuyor."
Memnun olmamıştı.
"- Hayırlı olsun bakalım." [sf. 21]
Alışkanlıklarını seven, daima aynı insanlarla ve aynı mekânlarda vakit geçirmekten sıkılmayan, gizli bir entelektüel aslında Veysel. Bunun için de "bıraktığınız yerde bulabilirsiniz beni" diyor. Alıştı mı bir şeye, onu seviyor, bağlanıyor ve memnun kalıyor. Pek şikâyet etmiyor bu sevgiden. İlle de açıklama yapmasına gerek varsa bunu bir 'şükretme tarzı' olarak görüyor. Sonra da patlatıyor bombayı: "Şeylerin açık seçikliğine inanıyorum ben. Bulanık zihinler var sadece."
Veysel'e göre can sıkıntısıyla beklemek arasında ince bir çizgi var. Beklemek belki bir bela. Ancak ihtiyaç duyulabilen bir bela. Çünkü insan bekleyince düşünüyor, bekleyince yorumluyor, bekleyince ümit ediyor ve hayal kuruyor. Ve elbette bekleyince âşık oluyor. Veysel de en nihayetinde âşkı buluyor. Potansiyel bir suçlu gibi buluyor, memleketin en meşgul cinayet bürosu gibi yaşıyor bu aşkı. İçine atıyor, dışarı uzatıyor, ortalığı ayağa kaldırıyor, dostunu kendisini anlamamakla suçluyor. Aşk bu. Empatinin hiç işlemeyeceği mevzuların en derini. Sanki aşk onun şeyhi oluyor birdenbire. Dervişliğinde hızlı bir yükseliş -seyr'u sülûk- yaşıyor. "Önce âşık ol sonra sev" buyruğunu tutturup kör bir ressam gibi kendi dünyasını kuruyor. Sensizlik Bilimi'nde profesör oluyor: "Teşbihte hata olmaz, mistiklerin sözünü ettiği aşkı düşün mesela. Bu adamlar Tanrıyı görüp mü âşık oldular, âşık olup mu Tanrıyı gördüler? Âşık Veysel ne gördü? Onu görünce âşık olmadım, âşık olunca onu gördüm ben." [sf. 91]
Gönüldü fermandı, dağlardı, yaralardı derken Veysel bir taraftan aşk yangınını insanî bir çizgide korumaya çalışırken diğer yandan toplumsal kaygılarını bağırıyor. Avaz avaz değil, sessiz ve derinden. Kendin olma gayretinde bazen kendin olamazsın, bazen kendinle başa çıkamazsın diyor ama dönüp dolaşıp 'kaçamazsın kendinden'de duruyor. Kendisini de öyle güzel tarif ediyor ki delirmekle delirmemek arasında kalan birçok okuyucunun burada "aynı ben" diyeceğine eminim: "Çok güzel şarkılar dinledim "gâvurlardan", dehşet filmler yapmış adamlar, tek kelimeyle harikulade romanlar yazmışlar. Aman Allahım! Ya o felsefe kitaplarına ne demeli? Yine de alaturka... Kürkçü dükkânım. Hiçbiri Karacaoğlan'a, Şevki Bey'e yetişemiyor. Ben her seferinde huzuru 'Üç Arkadaş' filminde, Nasrettin Hoca fıkrasında, bir Bektaşi nefesinde bulabiliyorum." [sf. 97]
Felsefenin yanında psikolojiyle de uğraşıyor Veysel. Uğraşmaların en kadimi şüphesiz ki düşünmek ve yorumlamak. O da kimi zaman Weysel Jung oluyor ve "Hayatımın biricik pişmanlığı, kendim olmamdır" deyiveriyor. Has adamlarının Alman olduğundan dem vuruyor ve ideal kadrosunu sahaya sürüyor: Goethe, Hegel, Kant, Marks, Nietzsche, Schopenhauer, Hölderlin, Novalis, Hesse, Heidegger, Simmel. Araya Dostoyevski ile Wittgenstein isimlerini de sıkıştırıyor ve bu sıkıştırma cesaretinden sonra kaleye bir David Hume transferinin yakışacağını düşünüyor. Hayır, hiç de düşündüğünüz gibi değil. Veysel'in kafa yanmıyor. Onu yakan belki de anlam arayışı, hakikat, hikmet, ilim, irfan. Herkes kendince bir kavram bulabilir öyle değil mi? Yeter ki 'kılıf' olmasın.
İlmin bir kıyl ü kâl oluşu Veysel'e Genç Werther'in Acıları'nı hatırlatıyor. Bu hatırlama bir melankoliden ziyade gerçekliğin ta kendisini getiriyor önüne. Hani Werther "Bu durumda olan yalnızca ben değilim. Bütün insanlar umutlarında kandırılıyor, beklentilerinde aldatılıyorlar" diye, işte Veysel de Ahmet Haşim kartını oynuyor ve onun "Melali anlamayan nesle aşina değiliz" sözünü hatırlatıyor.
Kendi yakasını tutup silkeleyen, kendiyle konuşan bir adam olup çıkabiliyor:
"- Benim özlediğim iki sokak ötede oturuyor."
"- Gölgelerle oyalanma, asıl âleme yönel Veysel!" [sf. 134]
Zaman zaman kalendermeşrep edayla bir modern zaman dervişi de olabiliyor:
"- Çok bekletmedim inşallah Kardeşim?"
"- Dostun yolunu beklemekten başka ne işimiz var!" [sf. 135]
Turgut Uyar, Sadri Alışık, Pulp Fiction, Jean Baudrillard... Bir an oluyor ki umutsuzluğun kıyısına varıyor ama gerçekçiliği elden bırakmıyor. Baudrillard'ı o harikulade eseri olan Tüketim Toplumu onu sarsıyor. Her sarsılmanın akabinde büyük bir duygu-düşünce boşalması da yaşıyor:
"Atmaktan, atık... Tanrı, o yüce yaratıcı bizi cennetinden attı. Bu dünya bir çöplük. Her birimiz çöp oğlu çöpleriz. Babalarımızın atıklarıyız. Sonra annelerimiz de atıyor bizi. Böyle geliyoruz dünyaya. Zamanı gelince, vademiz dolunca yine atılacağız. Son kullanma tarihi gelmiş mamuller gibi. Mezar denilen çöp kuyularına dolduracaklar bedenlerimizi. Tanrı, o kozmik çöpçü emrini verene değin orada kalacağız; bekleyeceğiz bin umutla..." [sf. 152]
Türküler tutmasa dünyayla acayip kavgalar edecek. Hiç duyulmamış küfürler söyleyecek. Ama şarkılar alıkoyuyor işte, çoğumuzda olduğu gibi. "Annemin sesi müsaade etmedi buna. Her seferinde onun sesini duydum" diyor Veysel. Anne sesi ya müsaade eder ya da etmez. Dünyayı durdurmak için kafidir o ses çünkü. Tanrıya, hayata, kendine küsme yolunda ilerlerken kişisel tarihinin en zorlu sınavından geçtiğini haykırıyor. Newton'un kafasına düşen elma ayrı, Amasya denmesi ayrı ağlatıyor onu. "Yetiş ya Novalis!" dercesine romantizmin karşısına yas sürecini koyuyor. Neticede o sürecin sonunda kapı yine geleneğe çıkıyor: "Tedbirini terk eyle, takdir Hüdâ'nındır!". Veysel âşık tabi: "Selma yok! O elmalar köşedeki manavındır."
Psikiyatristlere "sevmeyi bilmek şiirdir doktor" diyebilecek kadar koca yürekli ve koca paradokslu olan Veysel; yangın, kor, kül ve ateş derken meçhule giden bir gemi gibi aşk seferinde yol alıyor. Kahramanlık değil onun istediği, meçhul kahraman olmak. Hatta zamanla kahraman sıfatını da atarak sadece meçhul olmak. Çünkü "Aşk, daima çölde olmaktır. Çölde yol almak, çölde kaybolmak..." [sf. 163]
Dünya siyaseti ve güncelin hegemonyası Veysel'in paradokslarının tuzu biberi. Günümüzde paranoya olarak değerlendirilecek ama esaslı birer tokat olan cümleler onun ayakta durmasını sağlıyor her zaman. Mesela televizyona bir defa konuşan adam, doğal olabilir. Ama ikinci kez konuşuyorsa muhakkak bir plana hizmet ediyordur...
Sanki bir bilinç altına inme romanı Weysel Paradoksu. Öyle ki sona doğru giderken çocukluğa iniyor Veysel, hem kendi çocukluğuna hem de dünya çocuklarının çocukluğuna. Yirminci asrın en büyük keşfi olan çocukluğun insanın gelişimindeki rolüne atıfta bulunuyor. Ama kendi topraklarındaki ve yakın coğrafyalardaki vaziyeti de düşünerek. Yani yine gerçekçi bizim Veysel. "Büyüklerin gölgesinde yaşamak zorundaydık. Çocuk olmak, oyunun dışında tutulmak, mahrum bırakılmak demekti" yorumu da bundan. Ömrümüzün belki de üçte ikilik bölümünün "Çocuk muyum?" diye hak ararken ve "Çocuk değilsin!" diye azarlanırken geçmesi de bundan. Veysel devam ediyor:
"Büyürken benimle birlikte büyüyen ve küçülen şeyleri izlemek müthişti. Onların uzaklaşıp kayboluşlarını, ufalıp yok oluşlarını... Bir kelebek için dünya nedir? Sabah veya akşam olması fark eder mi kelebeğe? Güz yahut ilkbahar oluşu, kelebeğin değerlendirmesini nasıl etkiler? Annesini yitirmiş bir kediye, oğlunu yitirmiş kadına nedir dünya?" [sf. 184]
Veysel ismi hepimize görmeden sevmeyi hatırlatıyor. Günümüzde platonik olarak yorumlanan bu sevme biçimi Veysel'in Azrail'e açık çek vermesine kadar yükseliyor. "Ne zaman istersen o zaman al" diyor, zaten her şekilde böyle olacağını bile bile.
Roman Bizim Travma Lokantası'nda sona eriyor. Gurur duyulacak bir paradoks ortaya seriyor Veysel. Oğlunun "babamın paradoksu" diye gururlanacağı, arkadaşlarının "Veysi Paradoksu" diye anacakları, Selma'nın "sevgilimin paradoksu" diye eşe dosta hava atacağı bir paradoks. Veysel'in annesi de "oğlumun paradoksu var" diyecek, bir dikili ağaç var mı diye soran komşu kadına. Komşu kadın da kendince yorumlayacak bu durumu tabi, "bizim oğlan da kooperatife yazılmış" diyecek...
Weysel Paradoksu'nu okurken nasıl heyecanlandıysam, hakkında bir şeyler yazmaktan da o kadar heyecan duydum. Buna inanın. Yoksa gribin ilk gecesinde, üstelik ertesi gün mesai varken bunca cümleyi kurmaktansa bir mandalina soyup yer, yatar uyurdum.
Hasan Yurtoğlu'na ayrı, bu kitabı neşreden Karakum Yayınevi'ne ayrı tebrikler. Ne mutlu okuruna. Bol olsun.
Yağız Gönüler
twitter.com/ekmekvemushaf
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder